RSS Feed

ananeye anlatir gibi anlat!

charlie the unicorn

yeah so here is something i've been addicted to recently.. see the videos first to maximize the pleasure. enjoy!




Blank
Blank
Blank
Blank

complicated.



to whom it may concern..

When in Holland, cycle your ass off as the Dutch do.

2 hafta sonra nihayet kıçım yer bulabildi ve blog yazma eylemini gerçekleştirebilecek şartları sağladım. Bugünkü temamız, Hollanda deyince ilk akla gelen fenomenlerden olan bisiklet sürmek.

Efendim, öncelikle itiraf etmeliyim ki gerçekten de burda bisikletsiz yaşamak İstanbul'da akbilsiz yaşamak gibi bi şey. Her şeyi memleketteki dengine refere ederek açıklayacak değilim, korkmayın. Sadece durumun vehametini gözler önüne sermek için çarpıcı bir örnek vereyim istedim. Bisikletsiz geçirdiğim ilk 2-3 günden sonra yaşadığım çaresizliği başka türlü ifade edemem sanırım. Bir de üstüne 9-5 çalıştığım için akşam açık bisikletçi bulma ihtimalim de olmuyordu, neyse ki ev arkadaşımdan Türklerin işlettiği bir dükkan olduğunu öğrendim ve Hollandalılaştırılabilenlerden olma yolunda ilk adımımı attım.

1 senedir bisiklet sürmemiş bünyem burdaki yamuk gidonlu bisikletlere alışmakta biraz zorlandı elbet. Ama içimdeki bisiklet sürme aşkı bambaşka olduğu için çok zorlu bir süreç yaşadığımı söyleyemem. İlkokulda öğrendiğim ama hayatım boyunca hiç kullanmadığım işaretleri yapmayı da çabucak kaptım. Zaten burda herkes bir yerlere dönmeden önce kolunu veya o anda müsait bir uzvunu kaldırıp işaret verdiği için bir sosyal baskı hissediyorsunuz üzerinizde. Bi de burda trafikte her türlü öncelik bisikletlerde, yayalar da arabalar da size sürekli yol veriyo, yolların efendisi gibi hissediyosunuz kendinizi, ki bi bakıma öyle de oluyosunuz zaten.

Daracık yolları arabalardan çok bisikletler için inşa edilmiş gibi duran Hollanda’da bisiklet sürmenin keyfinin dünyanın başka bi yerinde yaşanabileceğini zannetmiyorum. Bizdeki gibi itinayla bisiklet yolundan yürüyen ve korna çalmanıza rağmen bön bön bakıp yoldan çıkmayan insanlar olmadığından her şey daha kolay. En büyük sorun, en yüksek yeri 200 metrelik bi tepe olan bu ufacık ülkede okyanus üzerinden gelen rüzgarları durduracak hiçbi şey olmaması ve o rüzgarların bisiklet sürmeyi sizin için işkence haline getirmek için elinden geleni ardına koymaması. Nasıl bir hava olayı olduğunu anlayabilmiş değilim henüz, zira günün hangi saatinde hangi yöne gittiğinizin hiçbir önemi yok, daimi olarak her taraftan esen bi rüzgar bu! Her bisikletten indiğinizde birkaç tur daha pedal çevirmiş olsanız bacaklarınızın kopacağını düşünüp görece uzun bir süre penguen gibi yürümenize sebep olan, iğrenç bi rüzgar!

Hollanda’da bisiklet sürerken yaşadığım bir diğer problem de park yeri bulmak. İnsan başına en az bir bisiklet düştüğü için, göz alabildiğine bisiklet park edilecek demirler olmasına rağmen yer bulmak çok, ama çok zor. Özellikle benim için daha da zoru bisikleti koyduğum yeri hatırlamak oluyo. Her sabah okulun kapalı bisiklet parkına bırakıyorum bisikletimi. Her akşam da tam merdivenlerden aşağı inerken bisikletimi koca park yerinin neresine bıraktığıma dair hiçbi fikrim olmadığını fark edip dehşete düşüyorum. Dışarı, tren istasyonunun civarına falan bıraktıysam bisikletimi zaten en az bi 10 dakikayı gözden çıkarmam gerekiyo bisikletimi bulmak için. Bu durumun ne kadarının benim mallığımdan kaynaklandığını tam kestiremediğim için herkesin bu problemi yaşadığını söyleyemem. Bisiklet kilitlerine alışmaksa ayrı bi dert. Arka tekerleğinizi kilitleyen ayrı bir mekanizma ve öğrenmeniz gereken bisikleti bağlama taktikleri var. Öyle ki, bisikletinizi her zaman ideal şekilde park edemiyosunuz, gördüğünüz her direğe ya da bisiklet bağlanabilecek herhangi bir yere bağlamaya hazırlıklı olmak gerek.

Son olarak, burda hemen herkes bisiklet sürerken çok rahat telefonla konuşabiliyo. Fakat ben her zamanki idiyotluğumla artislik yapmaya kalkıp trafiği geçici bi süre için altüst ettiğimden beri bi süre ara vermeye karar verdim. Çek bi kenara bisikletini rahat rahat konuş di mi, neyine senin bisiklet sürerken telefon kullanmak!

Ufak bir anekdotla bu bloga burada noktayı koymak isterim değerli dostlar. Günlerden bir gün, buraya geldiğim ilk günler olsa gerek, yine tren istasyonuna gitmem gerekti bir sebepten dolayı. İlk günlerde paso tren istasyonuna bitişik alışveriş merkezindeki Mediamarkt’a gittiğimden kelli yine oraya gittiğimi varsaymayı münasip buluyorum. İstasyonun girişine yaklaşırken çaresiz bi şekilde park yeri arıyodum ve mucizevi bi şekilde çok güzel bi yer buldum. Hemen indim bisikletten, park ettim. Ama işin zor kısmını henüz halletmemiştim; bi türlü kilitleyemedim bisikleti. Arka tekerleği kilitleyen mekanizma, kilit açıkken anahtarın üstünde durmasını gerektiriyo. Kilitlediğiniz zaman da çıkarıp gidiyosunuz haliyle. Bir de zincirim var, onu da uygun bi şekilde tekerlekten geçirip demire dolamam lazım. Ama tabi bunun için önce arka tekerlekteki mekanizmadan anahtarımı almam lazım. Birkaç dakika uğraşıp beceremeyince yoldan geçen bi ablaya sormaya karar verdim. Derdimi anlattıktan sonra suratıma anlamsızca bakarak “Whooat?” dediği anda ona olan inancım sarsılsa da, yaklaşık 3 saniye içinde problemimi çözünce çok utandım kendimden. Hem başta güvenmediğim için hem de salaklığım afişe olduğu için. Dakikalarca salak gibi bisikledin kilidini açıp anahtarı üzerinden çekmeye çalıştığımın farkına vardım. Sonra Hollandalı abla gülümseyerek uzaklaştı, ben de anahtarımı cebime atıp istasyona doğru yola koyuldum. Tabii ki de dönüşte 5 dakika boyunca bisikletimi arayacağımdan haberim yoktu.

Günün şarkısı: La Roux - Bulletproof